Güzel bir söyleşi-makale. İlber Ortaylı ile Alev Alatlı sohbet havasında Rusya'yı ele almışlar.
Rusya üzerine güzel bir inceleme olmuş.
orjinal link
İlber Ortaylı-Alev Alatlı Konferansı
[Mülkiyeliler Birliği]
ALEV ALATLI: İlber Hocamızın yanında Rusya konusunda konuşmak çok zor. Kitabı da dizlerim titreye titreye yazmıştım; zaten sürekli İlber'e danıştım. Türkiye'de başka bir ülkeyi konu alan ilk romanı ben yazdım sanırım; bunu, kendimi önemsemek anlamında söylemiyorum, “herhalde Türkiye oralara geldi” anlamında söylüyorum. Hep yabancılar bizi anlatmış, “bir de biz anlatalım” aşaması gibi.
Rusya sürekli bir “miğfer” gibiydi başımda; ne olup bittiğini bilmek istediğim büyük bir muammaydı. 5-6 yıl önce Rusya “çalışmaya” başladım; okudukça, deştikçe inanılmaz şeyler çıktı karşıma. Sonunda, “yok bu oturulup yazılacak” diye karar verdim.
Bugün geldiğim noktada, Rusya, Türkiye'nin aynası gibi benim için. Ya da şöyle söyleyeyim, Rusya, benim Türkiye kitabım oldu. Çok ilginç benzerlikler buldum. Bir o kadar da farklılıklar buldum. Farklılıkların bence en çarpıcı olanı aydınlarda. Rus aydınları bizden çok daha donanımlı, daha fedakar, daha cesur ve daha acımasız. Daha acımasız. Bu, çok tuhaf geldiydi bana. Bunun dışında romancı olarak beni çok etkileyen ussal tasarıma duydukları güven oldu. Ussal tasarımın, akılla kurulan bir dünyanın nelere kadir olabileceğini ve nasıl büyük felaketlerle sonuçlanabildiğini belki de en iyi gösteren tarih, Rusya tarihi. I.Petro'dan başlıyor, Bolşevikler ve bugünle devam ediyor. Ünlü tarihçileri Voloşin'in bana çok çarpıcı gelen bir tesbiti var: ”İlk Bolşevik Büyük Petro'ydu, I.Lenin ise Çariçe Katerina” diyor.
Bolşevik ihtilali ve bugün gelinen noktada “serbest piyasa Bolşevikleri”nin egemen olduğu aşama. Yani, her zaman olduğu gibi “reformlar” bugün de tepeden iniyor. Ruslar için “reform” Batılılaşma demek ve günümüzde “liberal ekonomi” anlamına bürünüyor. Petro zamanında başlayan batılılaşma çabalarını, II. Katerina hızlandırıyor ve o gün bugün devam ediyor. Ne pahasına olursa olsun “batılılaşma.” Bolşevik devrimi bir hesaba göre 25 milyon insanın hayatına malolan “reform” ve “şekillendirme” çabası. Gorbaçov'dan itibaren, peresteroyka ve glasnost sonrası, “Şok Tedavisi” dedikleri, IMF'in planlı ekonomiyi serbest piyasaya çevirmesi, liberalleştirmesi dönemi, yine benzeri bir zorlama ve zulüm getiriyor. Mesela 1996 itibariyle, Rusya ekonomisinin %50'sinin 7 kişinin elinde olduğu söyleniyor. Yani bir sen-ben-bizim oğlan durumu ki, bu Petro zamanında da böylemiş, Bolşevik Devriminde de üst kademe, sen-ben-bizim oğlan sisteminde yönetmiş! Bugün yine oligarşi, yine tepeden iniyor, yine şekillendiriyor. Bu durumu ilginç olduğu kadar da trajik buluyorum: Belki dünyanın en görkemli uluslarından, en büyük başarılara imza atan devletlerinden, en büyük kültürlerinden birisi, ancak diğer taraftan da acayip bir vahşet söz konusu. Batılılaşmayı şiar edinen bir ulus olmamıza karşın, biz bu denli zorlama hiç görmedik. Rusya’yı tanımlamakta kullanılan bir başka ifade daha var: “Sputnik yapan demirci dükkanı” diyorlar. Bu kadar kaba ve bu kadar rafine olunabiliyor. Bu tanım da bana çok ilginç geldi.
Öyle görünüyor ki, Rusya'ya olanlar, bizim kendi ülkemiz açısından da çok ders verici nitelikte olabilir. Bu nedenle bir gözümüzün orada tutulması gerektiği kanısındayım. Birebir örtüşme görmüyorum ama dediğim dedik tarzında cereyan eden “reformist yaklaşımlar,” bir ülkeye çok pahalıya malolabiliyor. Örneğin, Stalin’in “tarım reformları” dünyanın dördüncü büyük içdenizinin, Aral Denizinin, kuruması, yokolmasıyla sonuçlandı. Bugün artık ne Aral diye bir deniz var, ne de Amu Derya diye bir nehir. Ve bu felâketler, bir yığın tepeden inme reform politikalarının sonucu.
İLBER ORTAYLI: Edip Rus diplomatı Tyutçef'in dört mısralık bir şiirinden söz edeceğim; Rusya'yı çok iyi tanımlamış. Bu ülkeden çok edip diplomatlar çıkmış. Türk diplomatları daha yavan; diplomat olarak değil tabi. Hele Osmanlı diplomatları hiç değil, içlerinde çok seçkin insanlar var. Rus diplomatları içinde ise çok iyileri de, çok gülünç olanları da var. Sazanof mesela, demiş ki: “Rusya'nın güvenlik çizgisi, Rusya'nın güvenliğinin bittiği yerde başlar.” Yani o hiç durmayacak, boyuna genişleyecek.
Mesela İstanbul'daki Rus Büyükelçisi Ignatief, çok meşhur, önemli bir diplomat diye sunulur. Hatta Sadrazam Mahmut Nedim Paşa'nın ondan akıl sorduğu söylenir. Halbuki akıl falan sorduğu yok, sadece adamı kullanmıştır. Onun aracılığıyla yalan haber uçurur. Mesela Marshall adaları meselesinde, “İngiltere, İspanya ile Almanya'ya karşı anlaşıyormuş” der. Ignatief de inanıp, bunları başkalarına aktarır. Ondan sonra, O'na izafeten raporlar başkentlere, Paris'e, Roma'ya, Berlin'e akar. Sonra haber incelenip fos çıkınca, Ignatief'e çok kızarlar. O'na yalancı general anlamında “Mantör Paşa” diye isim takarlar. Mesela devlet moratoryuma gidecek buna sorarlar.
Aslında buna sordukları falan yok; suça iştirak etmesi için yapıyor. Mesela Mahmut Nedim Paşa, Ignatief'in elindeki senetleri, kendisininkiyle birlikte satmıştır; moratoryumun ilanından evvel. Hatta Mithat Paşa'nınkiler de satılmış; O da bu ahlaksızlığa iştirak ettirilmiştir. Mithat Paşa inanılmaz saf, naif bir adamdır. İstanbul'a geldiği günden itibaren pot üstüne pot kırmıştır. Devlet-i Âli'nin yani Osmanlı Devletinin en önemli, en büyük valisidir; hatta Avrupa'nın. Hiçbir Avrupa devletinde Ahmet Mithat gibi bir vali yok; yalnız O'na yakın bir vali var, çok becerikli: General Ignatief. Doğu Sibirya'nın çok başarılı bir valisi iken, hariciyeye kaydırıp, İstanbul'a getirdiler. Ama taş yerinde ağır... Valilik görevlerindeki başarıları ile 1868'de Şura-ı Devlet nazırlığına getirilen Ahmet Mithat, sonra Mithat Paşa oldu, giderayak da sadrazam yapıldı ve hapı yuttu. Dış politika açısından Osmanlı Devletinin en beceriksiz sadrazamı oldu. Devleti müthiş bir harbin içine sokan, istemeden birtakım yolsuzluklara karışan, darbecilerle en ufak bir ortak yanı olmamasına karşın, darbenin içinde olan bir adam... Rusya sahnesinde çok iyi okumuş, zengin sınıftan gelen yazar, edip diplomatlar var, Gribayedof, Turkçef gibi ama, Mehmet Emin Ali Paşa, Fuat Paşa gibi diplomatlar yok.
Şimdi Turkçef'in şiirini okuyalım:
Rusya akılla kavranmaz
Genel kabul görmüş bir arşınla ölçülmez
Onun kendine özgü bir hali, gelişimi vardır
Rusya'ya sadece inanılır, iman edilir.
yani Rusya akılla anlaşılmaz, metreyle ölçülmez, hali bambaşkadır, ona sadece iman edilir. Bu çok güzel bir tanımdır; nerede akıllı, nerede deli olduğu bilinmez. Bütün bir Rusya'nın ihtilal yapması çılgınlıktır, inanılmaz. Maalesef bunlar tarih inşa ederler, tarihi yorumları çok keskindir. Rusya'da çok ciddi, derinlemesine tarih bilgisi, kültürü olan, abuk sabuk hatalar yapmayan okkalı adamlar vardır. İzahını istiyorsanız, Lenin'in “Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi” kitabını okuyabilirsiniz. Bu çalışmasıyla Lenin, iyi bir tarihçi olarak kalabilirdi; bolşevik lider olmasına gerek yoktu. Komünist liderlerden Pakorovski'nin Rusya Tarihi, Mihailovski'nin, Bazarof'un 18. ve 19. yüzyıl Rusya tarihi için yazdıkları da önemli eserlerdir. Bunlar derin adamlardır. Bir de politikaya fazla bulaşmayan uzman insanlar vardır. Bunları okurken, bir Almanı, bizim Uzunçarşılı’yı okur gibi sıkılmazsınız. Mesela Zabini, cilt cilt Rus çarlarının günlük hayatını, sarayın tarihini yazmış; hiç sıkılmadan okuyabiliyorsunuz. Zabini derin bilgisi, ironisi olan bir tarihçi; ciddi hoş bir ironi.
Bu akıllı derin adamlardan bazıları yalan da yazabiliyorlar. Mesela bir tanesi kitap yazıyor, “Büyük Petro, Türklere esir oldu” diyor. Böyle efsanelerle beslenen bir tarih de var. Romanoflar hakkında mesela uydurma efsaneler yazılmış. II. Katherina'nın oğlu Çar Pavel'in babasının, III. Petro olmadığı söyleniyor. Oysa babasına çok benziyor. III. Petro'nun babasının Alman olması, II.Katherina'nın Alman prensesi olması, hanedanın Almanlaşması, Rusları rahatsız ediyor, içlerine sindiremiyorlar. Yani Romanofların külliyen Alman olmasından rahatsız oldukları için, böyle uydurma tarih yazmışlar.
Ruslar hayalperest adamlar. Böyle hayalperest adamları ben sevmem; bizim halkımız da sevmez. Çünkü, Türkler, gerçekçi, asker millettir. Hayali gelişmeyen ülkelerde de güdük bir mekanizma hakim olur. Ülkemiz Rusya ve İran'dan çok farklıdır. Bu iki millet de Türklere göre çok okur yazardır. Tahran'da caddelerde yüzlerce kitapevi vardır; neler çevrilmiş, neler yazılmış, millet neler okuyor incelemeye değer. Allah Türklere irfanı haram etmiş. Bu ülkede okuyan insanlar, alkolik mesafesinde gidiyor.
Ruslar ve İranlılar hayalperest ve yaptıkları işe kendilerini çok vakfeden insanlar. Ancak Türklerin medeni dünyayla tanışmaları Ruslardan çok önce. Ruslar, okuma yazmayı da Türklerden sonra öğrenmiş; Türk yazıtlarının daha önce olması bunu gösteriyor. 11. yüzyıl Endülüs filozofu Ahmet Endülüsî, “Türkler medeniyeti, ümranı kuran Romalı, Yunan, İbrani, Hintli, İranlı gibi milletlerden değil. Ancak Çinliler ve Türkler çok pratik, çok becerikli insanlar. Bu medeni çevrenin içindeler, bu çok önemli. Gerisinin coğrafyaları, kendilerini geliştirmeye müsait değil” diyor.
Bunların içine kuzeydeki Almanları, Rusları ve güneydeki zencileri dahil ediyor. Rusya okuma yazmayı Türklerden sonra öğreniyor ama birdenbire 19. yüzyıl dünya edebiyatını temsil ediyor. Ruslar roman ve tiyatroda Fransa'dan bile önde. Ama sadece şiirde Fransa'yı geçememiş. Ruslarda kendini vakfetme var. Mesela Tolstoy, İbranice öğreneceğim diye sürmenaj oldu. Sadece İbraniceyi dil olarak öğrenmek değil tabi, kabalist literatüre falan giriyor. Bunlar cesur adamlar, 19. yüzyılda şunu söylüyor “Fransız edebiyatı ahlaksızdır, müslüman sanatı ahlaklı bir sanattır”. Bunu demek cesaret ister.
Geçenlerde Türkiyeliliğe karşı çıkan emekli general, “Bu tabirin, Osmanlıcılığı getireceğinden şüphe ederim” diyor. O kadar cesur olmayan bir argüman ki bu. Karşı tarafa hücum edecek, kendisine faşist falan denmesin diye, böyle abuk sabukluk yapıyor. Ne Osmanlıcılığı; akan su geri döner mi! Olmamış Türk entellektüelleri açıkça argümanını söylemez, yavandır, yalan söyler. Türkiye'nin şu andaki büyük problemlerinin etrafında dönen tezlerin hepsi yalandır. Sahipleri başka şeyler planlar, arkasında başka birikimleri vardır. Bu çok ilginçtir, bu savcı korkusu değildir. Otosansür denilen bu lüzumsuz müessese niye vardır mesela. Okuyan milletler bunu aşmıştır. Biz çok akıllı geçinen daha realist bir milletiz. Onun için Rusya bizi çok çarpar. Öte yandan bunların çok korkunç bir tarihi vardır. Rusya'nın zenginlikleri istismara dayanır. Türklerin padişahı, Osmanlı padişahı, her yere cami yaptırır, karısı, kızı adına cami yaptırır ama oturduğu yer, saray, çavuş lojmanı gibidir. Aynı padişah Mimar Sinan'a “Bana da güzel bir saray yap” demez.
ALEV ALATLI: St.Petersburg mesela, insan kemikleri üzerine kurulmuş bir şehirdir. Benim için bu şehir kandır revandır. İnanılmaz açlık, fakirlik varken, insanlara iki kilometre uzunluğunda duvarları olan bir saray yaptırmak ne demek !
İLBER ORTAYLI: Çok büyük israf var ve çok büyük fakirlik... Sonra Ruslar ya çok bilgililer, ya çok cahil. Rus köylüsünün dünyadan haberi yok. Mesela Türk köylüsü kendi dininden olmayanlara gavur der. Ama Rus köylüsüne müslümanım deseniz anlamıyor. “O ne demek, ona ne gerek var” diyor. “Din dediğin bir tane olur” diyor. Ortodoks’un anlamı “doğru inanç” ya, “doğru inanç var, öbürlerine niye inanıyorsunuz” diyor. Böyle naif bir kültür. Rusya'da böyle büyük farklılıklar var. İnsanların servetlerinde, otoritede, nüfuzlarında çok farklılıklar olduğu gibi, bilgilerinde de çok farklılıklar var.
19. yüzyıl edebiyatına, müziğine, tarihçiliğine damga vuran insanlardır. Örneğin Roma hukukçuluğunda, tarihçiliğinde, İngiltere tarihçiliğinde, Rusların adı vardır. İhtilalden sonra kaçan Ruslar bir sürü Avrupa üniversitesinde, kürsülerde iş, söz sahibi oldular. Ama böyle Türk yoktur. Türklerin güya Avrupa, Batı kültürü almış adamı bile, o sahada söz sahibi olamaz. Bu ırkî bir özelliğimizdir. Mesela Rusya'nın Türkleri çok iyi Rusça bilir, konuşur. Ama hiçbiri Rus dili veya Rus tarihi uzmanı değildir. Bu dünyaya hükmetmedir işte. Bunu değiştirmek isteyen insanı da takip etmezler. Böyle bir tane adam çıktı: Mustafa Kemal Atatürk! Sınırlarını aşan bir çılgın görüşü vardır. “Gözlenen değil, gözleyen bir millet olalım” teorisi çok açıktır. Tahılla geçinen 15 milyonluk bir ülkede Dil, Tarih, Edebiyat fakülteleri kurmuş; bursla yurtdışına talebe yollamıştır. Buna herkes israf der. Bu politika anlaşılamamıştır mesela. Bu konuda Türk milleti son derece realisttir. “Gereği kadar öğreneceksin, bileceksin, işe yaramayan şeye yatırım olmaz” der.
Alev Alatlı'nın bu romanında, burada bahsettiğim isimleri göreceksiniz. Bunlarla dünyaya bakacaksınız. Yeni yeni, burjuvaziden değil, Anadolu’dan çıkan çocuklar Rusya'ya gidiyor, Rusya tarihi üzerine araştırma, doktora yapıyor. Bunlar çok önemlidir. Bunlar yapıldıktan sonra tefekkûr değişir. Yoksa kendi içinde oturan bir toplumun çok şeyleri anlaması , dünyada neler olup bittiğini anlaması mümkün değildir. Yani, çok okumalı, çok bilmeli, çok yazmalıyız.
ALEV ALATLI: Bizden gerçekten çok farklılar. Rusya'yı öğrenirken beni en çok şaşırtan bir bulgu da Rus masonları oldu. Meğer, Rusya'yı Rusya yapan masonlar!
İLBER ORTAYLI: Aklıma gelmişken, department store'ları, büyük alışveriş merkezlerini Amerikalılar değil, Ruslar buldu. Sonra Lunapark... Komünist Sovyetler Birliği Maarif ve Kültür Komiseri Anatoly Lunaçarski'nin icadıdır. Partiye para kazandırmak için kapitalist dünyasının en büyük eğlencesini yarattı. Mesela Bugdanoviç var, anarşizme yakın bir komünist. Batı'da, Türkiye'de olsa bunlar acayip, iğrenç adamlar olurdu. Halbuki bu adamın çok büyük bir icadı var dünyaya; Kan gruplarını tasnif etti. Oradan kan nakli işini kolaylaştırdı. Batıda olsa Nobel falan alacak ama umurunda değil. Bunlar kabından taşmış önemli insanlar. Bir de Rusya devlet adamı deposudur; daima birini çıkartırlar. Sev sevme Putin de iyi bir devlet adamıdır.
ALEV ALATLI: Dahası, Putin’in de neredeyse Petro’dan bu yana süren devlet geleneğine sadık kaldığını görüyoruz. Öte yandan, çok ciddi , hatta ağır basan bir batıni, içrek, yönleri var ki, bu da çok ilginç. Batıni gelenek, hem köylüler, hem soylu Rus entelijansiyası için geçerli. Ancak, entelijensiya, Tanrı inancı ile Rus Ortodoks kilisesi gibi etli canlı bir İsa'nın yukarıda Tanrı’nın yanında oturduğunu iddia eden bir sistemin arasında sıkışmış. Yetmezmiş gibi, ateizm de bastırıyor. 1700'lerin başından itibaren insanlar bu kutupları uzlaştırmaya çabalamışlar. Tanrı’nın varlığına inanan Masonların kiliseden çıkıp, localara girmeleri de bu yüzden. Aralarında Radiçev, Nobikov gibi birinci sınıf beyinler görüyorsunuz. Kendi entellektüel kıstaslarına uygun düşecek bir inanç sisteminin peşine düşüyor, mason localarında tartışıyorlar. Zaman içinde mason olmayan asil kalmıyor desek yeridir. Öyle ki, masonların marşı İmparatorluk marşı haline geliyor, 1917'ye kadar bu böyle devam ediyor.
Şöyle düşünün, bir yandan o kadar batınîsiniz ve bir yandan da (özellikle 1850'den sonra) batıdan çok sıkı bir aydınlanma, bilim geliyor. Derin okuduğunuz zaman, şiirlerde falan, Rus aydınlarındaki o acıyı görüyorsunuz. “Pravda! Pravda!” diye çırpındıkları, “Hakikat! Hakikat!” bireyler olarak, ilimle bilimi kendi ruhlarında meczetme çabaları. Gerçekten çok zor, hatta trajik bir gayret. Bir dünya düşünün ki, güçlünün zayıfı yemesi doğal, “bilimsel,” öte yandan siz bütün mevcudiyetinizle dünyanın herkese ait olduğuna, yoksulun, zayıfın da kollanması gerektiğine inanıyorsunuz. Çok ilginçtir mesela, Rus mujikleri ne çarlar, ne bolşevikler zamanında, toprağın yeniden bölünmesine falan aldırmamışlar. “Toprak Allah’ın toprağı, istersen öyle, istersen böyle kes, nasılsa Allah’a ait” diyen bir dünya görüşünüz varken, üstüne “bilim” geliyor. İki cami arasında bînamaz kalmış insanlar. Bu arada kalmışlıkla, 1800'lerin ortalarında 2500 aydın intihar etmiş. 1870'de “cinnet yazı” diye adlandırdıkları bir dönem var. Alkolik olan Mussorgski, ağır depresyonlar geçiren Tolstoy gibi yüzlerce birinci sınıf aydın var. Tolstoy 81 yaşında ölüyor. 90 tane eseri var; daktilo bile yok, kalemle yazıyor. Meseleleri, yazarak hakikate, doğruya gitmek, sonunda pravdaya gitmek. İlginç bir anım var. “Pravda”yı hep gerçek diye çeviriyordum, hayır dediler. Pravda hem hak, hem adalet, hem doğru anlamındadır. Birden aydım: gerçek değil, “hakikat” kelimesini düşünmeliyim! “Nizam-ı alem”i tanımlamak istiyorlar, ama bu öyle bir nizam-ı alem ki, bilimsel verileri de reddetmeyecek.
Böyle bir ruh yapısından, dönemden sonra Bolşevik Devrimi!
Türkiye'nin sol tecrübesi çok “bilimsel” oldu; Marks, artıdeğer vs. Hep merak ettim, Rusya'da ciddi derin bir cehalet var. Yıl 1917, halkın okuma yazma oranı çok çok düşük. Öte yandan çok ama çok parlak bir ekip var. Peki, bu ikisi nasıl bir araya geldi de müthiş bir ayaklanmayı başarabildi? Meğer, Bolşevik Devriminin bir adı da “batınî devrim.” Bolşevik Devriminin hemen tamamen din üzerine kurulmuş bir devrim olduğu anlatılıyor! Öyle bir punduna getirmişler ki, Hz. İsa, Hz. İsa diye giderken, son anda birden Hz. İsa gidiyor, yerine Lenin geliyor. Bu, benim için çok şaşırtıcı oldu. 20-30 milyon kişi ölüyor ve bir kişi kalkıp da “sen ne yapıyorsun” demiyorsa, nedini İsa-Lenin özdeşleşmesi. Lenin'i anlamak için çok uğraştım. Çok ketum bir adam, Putin gibi. Yakında Putin'e III. Lenin derlerse hiç şaşmayalım. Lenin okurken bir yerde, “Biz Marks'ı birazcık okuduk” cümlesini buldum ve “bizim pirimiz” gibi bir ibare! “Pirimiz Rûmidir” diyor! Bir de cümle vermiş. Bir yerden tanıdığım cümle. Ara tara, Mesnevi'nin dördüncü cildinde buldum: “Yapmak, yıkmak demektir” diyor. “Toprağı bellemezsen gül yetişmez” mealinde dizeler. Bir şeyi inşa etmek için, başka bir şeyin mutlaka yıkılması gerektiği anlatılıyor. Köktenci bir yaklaşım; tadilat değil, reform değil, ıslahat değil, resmen “devirerek devrim” şeklinde.
Düşünce tarihinde hiçbir fikir hüdai-nabit değil, tesadüfi hiç değil. Bakıyorsunuz, Lenin ve Mevlana'nın doğum yerlerinin arası 100 km. kadar. Bir bölgenin kültürü, dünya görüşü, anlayışı var. Sonra Mevlana'nın izini sürdüğünüzde, Konya'yı görüyorsunuz. Zamanın Konya'sı Eflatun'la yatıp kalkıyor. Konya'nın büyük camiinde Eflatun'un mezarının olduğu söyleniyor.
Söylemeye çalıştığım, Ruslarla hiç dillendirilmemiş ortak bir geçmişimiz var. Sosyolojik ve duygusal olarak içiçe geçmiş bir tarih. Topu topu 25 sene savaştık, onlar da abartıldığı kadar önemli savaşlar değillerdi. Bize çok benzeyen tarafları var demiştim. Bu benzerlikte en çok önemsediğim yön, Batılılaşma kamçısını hep üstlerinde hissetmiş olmaları. Dayak yiye yiye, dövüle dövüle “batılılaşıyorsunuz.” Katerina döneminde mesela Voltaire, St. Petersburg'da oturuyor, doğrudan danışmanlık yapıyor. Sorumsuz, hafifmeşrep bir adam Voltaire. Rusların, hatta bizim anladığımız anlamda ilahi etiğe dönük kaygıları yok. Katerina'dan sonra bu tip adamların Rusya'ya girmeleri, gündemi tayin etmeleri sonucu, halk, entelijansiyadan kopuyor. 1870'lere kadar, halk kendi içinde, entelijansiya kendi içinde yaşıyor ve aralarındaki mesafe giderek açılıyor; kültürel bağlamdaki mesafe. Bu defa da, zaman “Narodniki”, “halk” hareketi başlıyor. Soylular köylere gidip, Çar'a karşı çıkmak üzere bilinçlendirme faaliyetleri yapıyorlar. Ve tabii “becerilemeyen” bir durum ortaya çıkıyor. Bir süre sonra Rus entelijansiyası gördükleri köylülerin “kusurlu ürünler” olduğuna, Rus milletini bir tasavvur olarak abarttıklarına karar veriyorlar. Halk narodnikinin peşinden gitmiyor. Bolşeviklerin güç uygulama kararlarının nedeni bu isteksizlik. Onlarda milleti zorla yola getirmeye çalışıyorlar. Bunu çok da yanlış bir zamanda yapıyorlar, çünkü 1911'ler, Rusya’da bir takım ciddi reformlara girişildiği ve sonuç alınmaya başlandığı bir zaman. Bolşevikleri aslında reformların başarısı da korkutuyor. Baltalamak için ellerinden geleni yapıyorlar, çünkü “tek yol devrim.” Milyonlarca insan ölüyor; mujikleri belli bir şekle sokabilmek için bilerek kıtlık yaratıyorlar. Yıkmadan yapmak olmaz anlayışı yayılınca, halk da “ne yapalım, madem, peki” tavrına giriyor.
1985'lerden itibaren Rus aydınlarının iki cepheye ayrıldığı görülüyor. Biri, mektepliler – bunlar şimdi artık hemen hepsi liberal olan “solcular” gibi. Tam bir dönüş yaşandı ve devam ediyor. IMF, liberalizme dönüş reformlarını gerçekleştirmek üzere devreye giriyor. Sonuçta, “nomenklatura özelleştirmesi” denilen bir süreç yaşanıyor ve Rusya 13 oligark tarafından paylaşılıyor. Bu oligarkların % 70'i de Yahudi. İlginç olan tarafı 1917 ihtilalinin de en tepe noktasındakilerin % 80'inin de Yahudi olmuş olmaları. Ekonomi halen bütünüyle kontrolleri altında. Geriye çekilip bu nasıl oldu diye baktığımızda,bu “mektepliler”in, Rus egemen sınıflarının çocukları, yakınları olduğunu ve burslarla yurtdışı eğitime gitme gibi imkanlardan yararlanmış olduklarını görüyoruz. ABD'de ve Avrupa'daki eğitim sürecinde liberalizme, kapitalizme kayıyorlar. Rusya'ya dönünce de yurtdışından gelmiş IMF, Dünya Bankası gibi kurumlardan gelenlerle ahbaplıkları devam ediyor. Yabancı dostlarına kendilerini ülkelerinde baskı altında tutulan, fakat yaşayabilmeyi hernasılsa becermiş insanlar olarak takdim ediyor, onlarla işbirliği yapıyorlar. Bugün Türkiye'de de benzer durum var. Tüm muhafazakar görünümüne rağmen bugünkü hükümet dahi yabancı iltifatından sevindirik olur.
1985'den sonra bizdeki gibi Rusya’da da giderek artan ölçüde yabancı mallar, yabancı müzik hayranlığı, yabancılarla ilişki kurma özentisi var. IMF Rusya'ya gelip müthiş şok tedavisiyle ülkenin içine dalınca, inanılmaz yanlışlar yapmış. Adeta bir rezaletler zinciri. Örneğin, 1991'de Rusya'nın tedavüldeki bütün rubleleri vagonlarla yurtdışına çıkarılıp, bununla dolar alınıyor. Orta sınıfın zaten küçük olan bütün tasarruflarını, bir gecede silip süpürüyorlar. Bu, Kolombiya, Sicilya mafyasının ülkenin içindeki ekiplerle yaptıkları bir operasyon. Hiperenflasyonu durdurmak için yaptıklarını söylüyorlar, tabii ki durdurulamıyor, enflasyon % 1350'ye fırlıyor. Rusya'nın içindeki adamlarla, dışarıdaki kollarının dönüp gelip 3 kuruş-5 paraya birlikte Rusya'yı parsellediklerini görüyoruz. Bugün gelinen noktada, Abromoviç mesela, Kamçatka Valisi iken gidip 3,5 milyar dolara İngiltere'de bir spor klubü alabiliyor.
"İnsanın değeri aradığı şeyin değeri kadardır."
MEVLANA
MEVLANA
8 Aralık 2011 Perşembe
29 Kasım 2011 Salı
İlber Ortaylı ile anım
Burada İlber ORTAYLI'yı uzun uzadıya anlatacak değilim. Onu herkes çok iyi tanıyor. Benim ki biraz kişisel.
17 Aralık günü İstanbul'daki işlerimiz nedeniyle hanımla atladık İstanbul'daki kardeşinin yanına gittik. Uzatmayayım, ertesi gün işlerimizi ikindi vakti Mecidiyeköy'de bitirdik. Önce Meclis'te sonra medyadaki hararetli tartışmalar nedeniyle haberdar olduğum "VEFATININ 150. YILINDA SULTAN ABDÜLMECİD VE DÖNEMİ ULUSLARARASI SEMPOZYUMU" aklıma geldi. Dolmabahçe'ye çok yakındık. İlber Hoca'yı dünya gözüyle görüp dünya kulağıyla da dinlemek üzere(Kapanış oturumuna katılacağını tahmin ediyordum.) kayınbirader ile hanımı ikna edip(malum Beşiktaş'da trafik çok yoğun) Dolmabahçe Sarayı'ndaki sempozyuma götürdüm. Aracımızı biraz uzak bir yere park edip sahil yolundan epey yürüyerek Dolmabahçe Sarayı'na geldik.
İçeriye girdik, devam eden otuma sessizce katıldık. Dolmabahçe Sarayı'nın içini ilk kez görmüştüm, manzarasıya harukulade bir saray yavrusu. Bu nedenle ilk şaşkınlığımı Saray'a karşı yaşadım. Harika bir Bogaziçi manzarası. Atatürk'ün ve Sultan'ın vaktini geçirdiği yerdeydik. Tüylerim diken diken oldu desem yeridir. Sonraki şaşkınlığım katılımcıların azlığına oldu. Bana göre Türkiye'deki bütün tarihçilerin buraya akması gerekirdi. Son oturuma kadar tıklım tıklım sarayın salonunu doldurmalıydılar. Ki Payitaht insan kalabalığından iğne atsan yere düşmeyecek bir yer!
Oturumdaki konuşmacılar genel anlamda medyada çıkan haberlere karşı tepkiliydiler. Sultan Abdülmecid'in yaptıklarını tek tek sayıyorlar, kendisini ve babası II. Mahmut'u Cumhuriyet'le sonlanan yolun mimarları olarak zikrediyorlardı. Koskaca İmparatorluk sarsılıyor, Sultan Abdülmecid'de çaraleri radikal kararlar alarak bulmaya çalışıyordu. Şunu söyleyebilirim ki, Türkiye'de bu sempozyum zihinlerdeki kalıpları yıkmıştır. Her bina temelleri üstünde duruyor. Temel üzerine araştırmalar yapmamak, incelememek ve yok saymak çıkacağımız katların sıhhati için iyi değildir.
Evet, İlber Ortaylı'da verilen aradan sonra IV.oturuma dinleyici( protokol sırasında) olarak katıldı. İlber Hoca'nın dinleyiciler arasında olması konuşmacılar açısından da çok farklı oluyor. Genç olanlar heyacanlanıyor, donanımlı olanlarda cümle aralarında İlber hoca'nın yaptığı çalışmalara gönderme yapıyorlar. "evet İlber ORTAYLI'nın da belirttiği, yazdığı gibi" vs. (Buradan ne kadar önemli bir adam olduğunu anlıyorsunuz.)
IV. oturumdaki bir konuşmacının sunumunda "nepotizm" konusu geçti. Çeşitli Osmanlı valiliklerinde olan adam kayırmanın önüne geçilmesi için yapılan çalışmaları belirtti. Bu nokta da aklıma(geçmişte yaşadığım tecrübelerimi de göz önüne alarak) güzel bir soru geldi. Soru metni üzerinde oturum bitene kadar çalıştım, oturum bitince de oturum başkanı soruları almak istiğini söyledi. Elimi kaldırdım. Tam bu esna da İlber ORTAYLI protokol sırasından "Soruları almayalım, vakit dar kapanışa geçelim " dedi. Hem ben hem oturum başkanı dona kaldık. O sözünden sonra oturum kapandı tabi. Ben neyse de, oturum başkanına saygısızlık etti ve tavırlarıyla da bunu hiç de saygısızlık olarak görmediği anlaşılıyordu.
Kapanış oturumunda Taha Akyol, İlber Ortaylı ve iki iyi akademisyen konuştular. Allah var, İlber Hoca iyi biliyor ve çok iyi anlatıyor. Anlatırken gözlerini salonun her noktasına gezdiriyor. Tarihe hakim, sözleri ağzından tane tane ve inci gibi çıkıyor. Dinleyiciler olarak bizler ağzından çıkacak kelimeleri cankulağıyla dinledik.Konuşmsına da "Bana dünyada sıkıcı beş adam göster deseler bizim gençlik zamanımızdaki beş Tanzimat tarihçisini gösterirdim. Sonra gel gör ki bütün akademik çalışmalarım, doktora tezim tanzimat üzerine oldu" diyerek salonu kahkaya boğdu. Kapanışı da güzel bir konuşmayla Taha AKYOL yaptı.
Evet, kapanış oturumu bitti. Kürsüden aşağıya inince hanıma dedim ki "Fırsat bu fırsat hatıra olsun diye bir fotograf çektirelim" dedim. Hanım da sevdi İlber Hoca'yı benim vasıtamla. Aynı karade olmak güzel olacaktı yani. Derdim Face'de bunu paylaşmak kesinlikle değildi. Kitaplarını büyük bir zekle okuduğum adamla aynı karede olmanın verdiği bir kıvanç, mutluluk işte. Kitaplarında anlattıklarıy Batı karşısında kompleksimi kıran bir kaç kişiden birisidir ayrıca
İlber Hoca'nın yanıbaşındaki genç asistanı ona birşeyler anlatıyordu. Hanım yanına yaklaştı, "Beraber bir fotograf çektirebilir miyiz" dedi. Saf saf bakıyordu hanıma. Sonra ben araya girdim, tekrarladım aynı soruyu. Biraz daha baktı, baktı. Arkasını döndü ve kürsüden inen diğer insanlarla konuşmaya başladı.
Hanımla birbirimize öylece bakabaldık. Böyle bir tepkisizliğini hiç beklemiyorduk. Kayınbiraderim "Sizi duymamıştır." dedi. Kendine birşeyler anlatılan insan eğer duymadıysa "Efennim; duymuyorum daha yüksek sesle konuşun" demez mi? Ben de timing hatamıza dem durdum. Kürsüden iner inmez protokol kapısından gidiverir diye acele ettik.(Öyle bir kapı yokmuş, hepimiz aynı kapıdan bahçeye çıktık.)
Hanım, "Tekrar rica edelim." dedi. Kırılmıştım, "Boş ver" dedim. Arkasından yürümeye başladık. Sarayın bahçeye açılan büyük kapısında birileri İlber Hoca'yı kıstırdı veya kulakları duydu. Bilmiyorum, onu Allah biliyor. Onlarla beraber fotograf makinesine poz verdi. İyice kırıldım, o zaman.
En dış kapıya kadar arkasından usul usul yürüdük. Konferans esnasında muhabbet kurduğumuz bir zatla da(anladığım kadarıyla koyu Cumhuriyetçiydi) bahçede ilerlerken yuvarlak havuzun başında denk geldik. İlber Hoca'nın duyacağı şekilde “Bebeler" dedi bize dönerek "İdare-i maslahatçılar esaslı devrim yapamazlar” Kendince İlber Hoca'ya laf attı. Biraz gülüştük kendi aramızda. İlber Hoca belki duydu belki duymadı ;-) Orasını yine bilemiyorum. İlber Hoca dış kapıda kendisini bekleyen şöförünün arabasına binip trafikte kayboldu.
Biz de dönüşte söylene söylene Beşiktaş Sahil Yolu'ndaki insanların arasında daldık.
İşte böyle benim İlber Ortaylı ile anım. Okursa kulakları çınlasın.
17 Aralık günü İstanbul'daki işlerimiz nedeniyle hanımla atladık İstanbul'daki kardeşinin yanına gittik. Uzatmayayım, ertesi gün işlerimizi ikindi vakti Mecidiyeköy'de bitirdik. Önce Meclis'te sonra medyadaki hararetli tartışmalar nedeniyle haberdar olduğum "VEFATININ 150. YILINDA SULTAN ABDÜLMECİD VE DÖNEMİ ULUSLARARASI SEMPOZYUMU" aklıma geldi. Dolmabahçe'ye çok yakındık. İlber Hoca'yı dünya gözüyle görüp dünya kulağıyla da dinlemek üzere(Kapanış oturumuna katılacağını tahmin ediyordum.) kayınbirader ile hanımı ikna edip(malum Beşiktaş'da trafik çok yoğun) Dolmabahçe Sarayı'ndaki sempozyuma götürdüm. Aracımızı biraz uzak bir yere park edip sahil yolundan epey yürüyerek Dolmabahçe Sarayı'na geldik.
İçeriye girdik, devam eden otuma sessizce katıldık. Dolmabahçe Sarayı'nın içini ilk kez görmüştüm, manzarasıya harukulade bir saray yavrusu. Bu nedenle ilk şaşkınlığımı Saray'a karşı yaşadım. Harika bir Bogaziçi manzarası. Atatürk'ün ve Sultan'ın vaktini geçirdiği yerdeydik. Tüylerim diken diken oldu desem yeridir. Sonraki şaşkınlığım katılımcıların azlığına oldu. Bana göre Türkiye'deki bütün tarihçilerin buraya akması gerekirdi. Son oturuma kadar tıklım tıklım sarayın salonunu doldurmalıydılar. Ki Payitaht insan kalabalığından iğne atsan yere düşmeyecek bir yer!
Oturumdaki konuşmacılar genel anlamda medyada çıkan haberlere karşı tepkiliydiler. Sultan Abdülmecid'in yaptıklarını tek tek sayıyorlar, kendisini ve babası II. Mahmut'u Cumhuriyet'le sonlanan yolun mimarları olarak zikrediyorlardı. Koskaca İmparatorluk sarsılıyor, Sultan Abdülmecid'de çaraleri radikal kararlar alarak bulmaya çalışıyordu. Şunu söyleyebilirim ki, Türkiye'de bu sempozyum zihinlerdeki kalıpları yıkmıştır. Her bina temelleri üstünde duruyor. Temel üzerine araştırmalar yapmamak, incelememek ve yok saymak çıkacağımız katların sıhhati için iyi değildir.
Evet, İlber Ortaylı'da verilen aradan sonra IV.oturuma dinleyici( protokol sırasında) olarak katıldı. İlber Hoca'nın dinleyiciler arasında olması konuşmacılar açısından da çok farklı oluyor. Genç olanlar heyacanlanıyor, donanımlı olanlarda cümle aralarında İlber hoca'nın yaptığı çalışmalara gönderme yapıyorlar. "evet İlber ORTAYLI'nın da belirttiği, yazdığı gibi" vs. (Buradan ne kadar önemli bir adam olduğunu anlıyorsunuz.)
IV. oturumdaki bir konuşmacının sunumunda "nepotizm" konusu geçti. Çeşitli Osmanlı valiliklerinde olan adam kayırmanın önüne geçilmesi için yapılan çalışmaları belirtti. Bu nokta da aklıma(geçmişte yaşadığım tecrübelerimi de göz önüne alarak) güzel bir soru geldi. Soru metni üzerinde oturum bitene kadar çalıştım, oturum bitince de oturum başkanı soruları almak istiğini söyledi. Elimi kaldırdım. Tam bu esna da İlber ORTAYLI protokol sırasından "Soruları almayalım, vakit dar kapanışa geçelim " dedi. Hem ben hem oturum başkanı dona kaldık. O sözünden sonra oturum kapandı tabi. Ben neyse de, oturum başkanına saygısızlık etti ve tavırlarıyla da bunu hiç de saygısızlık olarak görmediği anlaşılıyordu.
Kapanış oturumunda Taha Akyol, İlber Ortaylı ve iki iyi akademisyen konuştular. Allah var, İlber Hoca iyi biliyor ve çok iyi anlatıyor. Anlatırken gözlerini salonun her noktasına gezdiriyor. Tarihe hakim, sözleri ağzından tane tane ve inci gibi çıkıyor. Dinleyiciler olarak bizler ağzından çıkacak kelimeleri cankulağıyla dinledik.Konuşmsına da "Bana dünyada sıkıcı beş adam göster deseler bizim gençlik zamanımızdaki beş Tanzimat tarihçisini gösterirdim. Sonra gel gör ki bütün akademik çalışmalarım, doktora tezim tanzimat üzerine oldu" diyerek salonu kahkaya boğdu. Kapanışı da güzel bir konuşmayla Taha AKYOL yaptı.
Evet, kapanış oturumu bitti. Kürsüden aşağıya inince hanıma dedim ki "Fırsat bu fırsat hatıra olsun diye bir fotograf çektirelim" dedim. Hanım da sevdi İlber Hoca'yı benim vasıtamla. Aynı karade olmak güzel olacaktı yani. Derdim Face'de bunu paylaşmak kesinlikle değildi. Kitaplarını büyük bir zekle okuduğum adamla aynı karede olmanın verdiği bir kıvanç, mutluluk işte. Kitaplarında anlattıklarıy Batı karşısında kompleksimi kıran bir kaç kişiden birisidir ayrıca
İlber Hoca'nın yanıbaşındaki genç asistanı ona birşeyler anlatıyordu. Hanım yanına yaklaştı, "Beraber bir fotograf çektirebilir miyiz" dedi. Saf saf bakıyordu hanıma. Sonra ben araya girdim, tekrarladım aynı soruyu. Biraz daha baktı, baktı. Arkasını döndü ve kürsüden inen diğer insanlarla konuşmaya başladı.
Hanımla birbirimize öylece bakabaldık. Böyle bir tepkisizliğini hiç beklemiyorduk. Kayınbiraderim "Sizi duymamıştır." dedi. Kendine birşeyler anlatılan insan eğer duymadıysa "Efennim; duymuyorum daha yüksek sesle konuşun" demez mi? Ben de timing hatamıza dem durdum. Kürsüden iner inmez protokol kapısından gidiverir diye acele ettik.(Öyle bir kapı yokmuş, hepimiz aynı kapıdan bahçeye çıktık.)
Hanım, "Tekrar rica edelim." dedi. Kırılmıştım, "Boş ver" dedim. Arkasından yürümeye başladık. Sarayın bahçeye açılan büyük kapısında birileri İlber Hoca'yı kıstırdı veya kulakları duydu. Bilmiyorum, onu Allah biliyor. Onlarla beraber fotograf makinesine poz verdi. İyice kırıldım, o zaman.
En dış kapıya kadar arkasından usul usul yürüdük. Konferans esnasında muhabbet kurduğumuz bir zatla da(anladığım kadarıyla koyu Cumhuriyetçiydi) bahçede ilerlerken yuvarlak havuzun başında denk geldik. İlber Hoca'nın duyacağı şekilde “Bebeler" dedi bize dönerek "İdare-i maslahatçılar esaslı devrim yapamazlar” Kendince İlber Hoca'ya laf attı. Biraz gülüştük kendi aramızda. İlber Hoca belki duydu belki duymadı ;-) Orasını yine bilemiyorum. İlber Hoca dış kapıda kendisini bekleyen şöförünün arabasına binip trafikte kayboldu.
Biz de dönüşte söylene söylene Beşiktaş Sahil Yolu'ndaki insanların arasında daldık.
İşte böyle benim İlber Ortaylı ile anım. Okursa kulakları çınlasın.
27 Kasım 2011 Pazar
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler
"Denizde damla ve güneşte zerre kadar cevher saçan kalemimizle birazcık anlatalım." -Evliya Çelebi-
Tesadüf eseri Haberturk'de Bilinmeyen programının konuğu Seyit Ali KAHRAMAN'ı izledim. UNESCO 2011 Evliya Çelebi Yılı olması hasebiyle de on ciltlik Evliya Çelebi Seyahatname'sini günümüz Türkçesiyle yeniden hazırlamışlar. Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden seçme hikayeleri de bu kitapta sunmuşlar. Bir nevi on ciltlik Seyahatname'ye başlıyacaklar için çerez niyetine.
Otuzyaşına gelmiş biri olarak şunu gördüm ki; Batı edebiyatını daha çok okumuşum. Kendi evimin odalarını gezmeden, mahalledeki evlerin odalarında dolaşmışım. Maalesef çoğu kişi içinde bu böyle.
Seyit Ali KAHRAMAN'ın anlattığı Evliya Çelebi çok ilgimi çekti.
Artık vakit geldi dedim kendi kendime. Kitabı internetten bulup aldım, başladım okumaya. Okudukça Evliya'yı daha yakından tanıdım ve sevdim.
Evliya çok iyi bir eğitim almış. İki kez ölümden döndüğünü kendi ağzından okumak beni çok şaşırttı. Dimağımda yüzeysel kalmış Seyahatname.
IV. Murat'ın nedimliği yapmış sarayda. Başından geçen bir olayı anlatıyor, diyor ki :
Bir gün harem hamamından dışarı Hasoda'ya terleyip çıktığında herkese selam verip :
"Şimdi bir hamam faslı eyledim" dedikte herkes,
"Sıhhat ve afiyet" dediler. Hakir, "Hünkarım pal olup nur olmuşsunuz. bu gün artık yağlanıp güreş etmeyin, zira içeri haremde salavatsız güreşip damarınız kırılıp kuvvetiniz kalmamıştır. Hattat gibi, Melek gibi hasmın vardır" dedim.
"Ya kuvvetim kalmamış mıdır, gör imdi" deyip bu Hakiri hemen kemerimden bir kartal gibi kapıp, doğancılar pefteresi ve bebe fırlağı gibi bu zayıfı başı üzerinde fır fır çevirip döndürürken Hakir " Bre Hünkar'ım bu duacın sakın yenme ve koyuverip düşürme" dediğimden hemen, "Kendini pek tut" dedi
"Be-medet hünkar, hemen Allah tuta yoksa iş işten geçti" diye feryat ede gördüm. Yine Hakiri gürz gibi çevirip, "Bre Hünkar'ım dönmeden gönlüm bulandı, kusacağım geldi, edepte sinime sıçarsın, bre padişahım başın için o da geldi" deyince gülmekten güçsüz kaldı ve bu şakadan hoşlanıp Hakir'e kırk sekiz altın verdi.
Sonuç olarak Evliya'nın Seyahatnamesi'nde çok canlı bir anlatımı bulunuyor, sanki yanı başınızda başından geçenleri size tatlı tatlı anlatıyor. İnşallah bu heyecanla günümüz türkçesiyle hazırlanan on ciltlik Seyahatnamesini baştan sona okumak nasip olur.
Dipnot: Seyit Ali KAHRAMAN'ın anlatımıyla Evliya Çelebi röportajını buradan okuyabilirsiniz.
Tesadüf eseri Haberturk'de Bilinmeyen programının konuğu Seyit Ali KAHRAMAN'ı izledim. UNESCO 2011 Evliya Çelebi Yılı olması hasebiyle de on ciltlik Evliya Çelebi Seyahatname'sini günümüz Türkçesiyle yeniden hazırlamışlar. Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden seçme hikayeleri de bu kitapta sunmuşlar. Bir nevi on ciltlik Seyahatname'ye başlıyacaklar için çerez niyetine.
Otuzyaşına gelmiş biri olarak şunu gördüm ki; Batı edebiyatını daha çok okumuşum. Kendi evimin odalarını gezmeden, mahalledeki evlerin odalarında dolaşmışım. Maalesef çoğu kişi içinde bu böyle.
Seyit Ali KAHRAMAN'ın anlattığı Evliya Çelebi çok ilgimi çekti.
Artık vakit geldi dedim kendi kendime. Kitabı internetten bulup aldım, başladım okumaya. Okudukça Evliya'yı daha yakından tanıdım ve sevdim.
Evliya çok iyi bir eğitim almış. İki kez ölümden döndüğünü kendi ağzından okumak beni çok şaşırttı. Dimağımda yüzeysel kalmış Seyahatname.
IV. Murat'ın nedimliği yapmış sarayda. Başından geçen bir olayı anlatıyor, diyor ki :
Bir gün harem hamamından dışarı Hasoda'ya terleyip çıktığında herkese selam verip :
"Şimdi bir hamam faslı eyledim" dedikte herkes,
"Sıhhat ve afiyet" dediler. Hakir, "Hünkarım pal olup nur olmuşsunuz. bu gün artık yağlanıp güreş etmeyin, zira içeri haremde salavatsız güreşip damarınız kırılıp kuvvetiniz kalmamıştır. Hattat gibi, Melek gibi hasmın vardır" dedim.
"Ya kuvvetim kalmamış mıdır, gör imdi" deyip bu Hakiri hemen kemerimden bir kartal gibi kapıp, doğancılar pefteresi ve bebe fırlağı gibi bu zayıfı başı üzerinde fır fır çevirip döndürürken Hakir " Bre Hünkar'ım bu duacın sakın yenme ve koyuverip düşürme" dediğimden hemen, "Kendini pek tut" dedi
"Be-medet hünkar, hemen Allah tuta yoksa iş işten geçti" diye feryat ede gördüm. Yine Hakiri gürz gibi çevirip, "Bre Hünkar'ım dönmeden gönlüm bulandı, kusacağım geldi, edepte sinime sıçarsın, bre padişahım başın için o da geldi" deyince gülmekten güçsüz kaldı ve bu şakadan hoşlanıp Hakir'e kırk sekiz altın verdi.
Sonuç olarak Evliya'nın Seyahatnamesi'nde çok canlı bir anlatımı bulunuyor, sanki yanı başınızda başından geçenleri size tatlı tatlı anlatıyor. İnşallah bu heyecanla günümüz türkçesiyle hazırlanan on ciltlik Seyahatnamesini baştan sona okumak nasip olur.
Dipnot: Seyit Ali KAHRAMAN'ın anlatımıyla Evliya Çelebi röportajını buradan okuyabilirsiniz.
18 Kasım 2011 Cuma
Naat
Naat Seccaden kumlardı.. ................................ ................................ Devirlerden, diyarlardan Gelip, göklerde buluşan Ezanların vardı! . Mescit mümin, minber mümin... Taşardı kubbelerden tekbir, Dolardı kubbelere “amin”.. Ve mübarek geceler dualarımız; Geri gelmeyen dualardı... Geceler ki pırıl pırıl Kandillerin yanardı.. Kapına gelenler ya muhammed, - uzaktan, yakından – Mümin döndüler kapından... Besmele, ekmeğimizin bereketiydi, İki dünyada aziz ümmet; Muhammed ümmetiydi. Konsun –yine- pervazlara güvercinler, “Hû hû”lara karışsın âminler... Mübarek akşamdır; Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler! Şimdi seni ananlar, Anıyor ağlar gibi... Ey yetimler yetimi, Ey garipler garibi; Düşkünlerin kanadıydın, Yoksulların sahibi... Nerde kaldın ey Resûl, Nerde kaldın ey Nebi? Günler, ne günlerdi, yâ Muhammed, Çağlar ne çağlardı: Daha dünyaya gelmeden Mü’minlerin vardı... Ve bir gün, ki gaflet Çöller kadardı, Halîme’nin kucağında Abdullah’ın yetimi Âmine’nin emaneti ağlardı. Hatice’nin goncası, Aişe’nin gülüydün. Ümmetinin gözbebeği Göklerin resûlüydün... Elçi geldin, elçiler gönderdin... Ruhunu Allah’a, Elini ümmetine verdin. Beşiğin, yurdun, yuvan Mekke’de bunalırsan Medine’ye göçerdin. Biz bu dünyadan nereye Göçelim, yâ Muhammed? Yeryüzünde riyâ, inkâr, hıyanet Altın devrini yaşıyor... Diller, sayfalar, satırlar “Ebu Leheb öldü” diyorlar. Ebû Leheb ölmedi, yâ Muhammed Ebû Cehil kıt’alar dolaşıyor! Neler duydu şu dünyada Mevlidine hayran kulaklarımız; Ne adlar ezberledi, ey Nebî, Adına alışkın dudaklarımız! Artık, yolunu bilmiyor; Artık, yolunu unuttu Ayaklarımız! Kâbe’ne siyahlar Yakışmamıştır, yâ Muhammed Bugünkü kadar! Hased gururla savaşta; Gurur, Kafdağı’nda derebeyi... Onu da yaralarlar kanadından, Gelse bir şefkat meleği... İyiliğin türbesine Türbedâr oldu iyi. Vicdanlar sakat Çıkmadan yarına, İyilikler getir, güzellikler getir Âdem oğullarına! Şu gördüğün duvarlar ki Kimi Tâif’tir, kimi Hayber’dir... Fethedemedik, yâ Muhammed, Senelerdir. Ne doğruluk, ne doğru; Ne iyilik, ne iyi... Bahçende en güzel dal, Unuttu yemiş vermeyi... Günahın kursağında Haramların peteği! Bayram yaptı yapanlar; Semâve’yi boşaltıp Sâve’yi dolduranlar... Atını hendeklerden -bir atlayışta- Aşırdı aşıranlar... Ağlasın Yesrib, Ağlasın Selman’lar! Gözleri perdeleyen toprak, Yüzlere serptiğin topraktı... Yere dökülmeyecekti, ey Nebî, Yabanların gözünde kalacaktı! Konsun -yine- pervazlara güvercinler, “Hû hû”lara karışsın âminler... Mübarek akşamdır; Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler! Yüreklerden taşsın Yine, imanlar! Itrî, bestelesin Tekbîr’ini; Evliyâ, okusun Kur’ân’lar! Ve Kur’ân-ı göz nûruyla çoğaltsın Kayışzâde Osman’lar Na’tını Galip yazsın, Mevlid’ini Süleyman’lar! Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle Geri gelsin Sinan’lar! Çarpılsın, hakikat niyetine Cenaze namazı kıldıranlar! Gel, ey Muhammed, bahardır... Dudaklar ardında saklı Âminlerimiz vardır... Hacdan döner gibi gel; Mi’râc’dan iner gibi gel; Bekliyoruz yıllardır! Bulutlar kanat, rüzgâr kanat; Hızır kanad, Cibril kanad; Nisan kanad, bahar kanad; Âyetlerini ezber bilen Yapraklar kanad... Açılsın göklerin kapıları, Açılsın perdeler, kat kat! Çöllere dökülsün yıldızlar; Dizilsin yollarına Yetimler, günahsızlar! Çöl gecelerinden, yanık Türküler yapan kızlar Sancağını saçlarıyla dokusun; Bilâl-i Habeşî sustuysa Ezânlarını Dâvûd okusun! Konsun –yine- pervazlara güvercinler, “Hû hû”lara karışsın âminler... Mübarek akşamdır; Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler! |
Arif Nihat Asya |
17 Kasım 2011 Perşembe
Güvenilen Güven Üzerine Düşünceler [Reflections on Trusting Trust]
Ken Thompson'ın 1983 Turing Ödülü Konuşması
Güvenilen Güven Üzerine Düşünceler [Reflections on Trusting Trust]
Ken Thompson
Çeviren: Kemal GÜVENLİ kemalguvenli@gmail.comReprinted from Communication of the ACM, Vol. 27, No.
8, August 1984, pp. 761-763. Copyright © 1984, Association for
Computing Machinery, Inc. Also appears in ACM Turing Award
Lectures: The First Twenty Years 1965-1985 Copyright ©
1987 by the ACM press and Computers Under Attack: Intruders,
Worms, and Viruses Copyright © 1990 by the ACM press.
Bu ACM'nin bir telif haklı çalışmasından türetilmiş
dijital bir kopyasıdır. O, yazarın orijinal çalışmasının tam
bir kopyası olduğunu garanti etmez.
Giriş
Bu ödül için ACM'ye teşekkür ederim. Ben daha fazlakatkıda bulunamam ama teknik değeri kadar zamanlama ve şans için
bu şerefi alıyor olduğumu hissederim. UNIX, merkezi main frame'
lerden özerk makinelere [PC- Ç.N.] endüstriyel
genişlikli değişimiyle ortalığı popülaritesiyle silip süpürdü.
Sanıyorum Daniel Bobrow (1) bir PDP-10 almaya gücü
yetemeseydi ve bir PDP-11 için reklamlar yerleştirilseydi
benim yerime o burada olacaktı. Ayrıca, UNIX' in günümüzdeki
hali insanların büyük ölçekli emeklerinin sonucudur.
Eski bir atasözü vardır, “Seni getiren biriyle
dans et,” bu UNIX hakkında konuşmalıyım manasındadır. Çoğu
yıldır UNIX ana akımı üzerinde çalışmadım, Şimdi
başkalarının çalışmasından dolayı hak edilmiş itibarı almaya
devam ediyorum. Bu nedenle, UNIX hakkında konuşmayacağım fakat
katkıda bulunmuş herkese teşekkür etmek istiyorum.
Bu beni Dennis Ritchie' ye getirir. İşbirliğimiz güzel bir
şeydi. On yıllarca beraber çalıştık, sadece bir çalışmanın
hatalı yönlendirilmesini anımsayabilirim. Bu vesileyle, aynı
20-satır assembly dili programı birlikte yazdığımızı keşfettim.
Kaynakları karşılaştırdım ve onların karakter'e karakter eşleştiğini
bulunca hayretler içinde kaldım. Bizim çalışma
birlikteliğimizin sonucu, bizim her bir katkıda bulunduğumuz
çalışmadan daha büyük uzaktadır.
Ben bir programcıyım. Benim 1040 formumda [A.B.D' de bireysel
gelir vergisi bildirim formu – Ç.N. ] , bu meslek olarak
ifade ettiğimdir. Bir programcı olarak, programlar yazarım. Şimdiye
kadar yazdığım en zarif programı size göstermek istiyorum. Bunu
üç bölümde yapacağım ve en sonunda onu beraber
almayı deneyin.
Bölüm I
Kolejde, video oyunlarından önce, programlama egzersizleriortaya atarak kendimizi eğlendirirdik. En meşhurlarından biri kendi
kaynak kodunu üreten (self-reproducing ) en kısa programı
yazmaktı. Gerçekçilikten (reality) ayrılmış bir örnek
olduğundan beri, en kullanışlı araç FORTRAN'dır. Gerçekten,
FORTRAN üç durumlu yarışların [Piknik ve okul
karnavallarında partnerlerin birer ayağını birbirine bağlayarak
yaklaşık 50 metre uzaklığı koştukları favori yarış. – Ç.N.]
popüler olmasının aynı sebebinden dolayı tercih diliydi.
Elbette ki dahası saptandı, problem, derlendiğinde ve
çalıştırıldığında kendi kaynak kodunun tam bir kopyasını çıktı
olarak üretecek bir kaynak kodlu program yazmaktır. Eğer bunu
bunu hiç yapmadıysanız, kendinizin onu denemesi için
sizi teşvik ediyorum. Nasıl yapıldığının keşfi, nasıl yapıldığının
anlatılmış olmasıyla elde edilecek herhangi bir menfaatin uzak ara
üstünde olduğunu açığa vurulmasıdır. “En kısa”
hakkındaki bölüm, ustalığı göstermek ve kazananı
belirlemek için sadece özendirici bir şeydi.
FIGURE1
Figure I C programlama dilinde kendi
kaynak kodunu üreten [self-reproducing] bir programı gösterir.
(Purist [Titiz; lisan kullanımında aşırı dikkatli kişiler –
Ç.N.] programın tam olarak kendi kaynak kodunu üreten bir
program olmadığının farkına varacak, fakat kendi kaynak kodunu üreten
bir program üretecektir.) Bu giriş bir ödül kazanmak
için epeyce büyüktür, ama o tekniği gösterir
ve hikayemi tamamlamak için ihtiyaç duyduğum iki önemli
özelliğe sahiptir: (I) Bu program bir başka program tarafından
kolaylıkla yazılmış olabilir. (2) Bu pro-gram ana algoritmasıyla
birlikte üretilecek yeniden üretilecek bagaj
fazlalılığındaki bir keyfiyi içerebilir. Örnekte, yorum
[C kaynak kodlarında /* ve */ arasında kalan cümleler. -Ç.N.]
bile üretilebilir.
Bölüm II
C compiler [derleyici] C'de yazıldı. Tanımlamak üzere olduğumşey , compiler'lar kendi dillerinde yazıldıkları zaman doğacak olan
“tavuk ve yumurta” problemlerinden birisidir. C
Compiler'ından spesifik bir örnek kullanacağım.
C ilk değeri atanmış karakter dizisini [initialized character
array] belirterek yapan bir string e izin verir. String'lerdeki
kendine özgü karakterler basılamaz [unprintable]
karakterleri göstermekten sakındırabilir. Örnek olarak;
“Merhaba dünya\n”
"Hello world\n"yeni satır karakterini gösteren “\n,” ile beraber
bir string i gösterir.
Figure 2, karakter escape [Escape character:
"\" , bir script ya da kod içinde,
kendisinden hemen sonra gelecek olan karakterin, komut olarak değil,
gözüktüğü şekilde kullanılması gerektiğini
anlatır. - Ç.N.] sekansını yorumlayan C compiler'ındaki kodun
idealleştirilmişidir. Bu kodun şaşırtıcı kısmıdır. O, herhangi
karakter kümesinde yeni bir satır için ne derlendiğini
tamamen taşınabilir şekilde bilir. Bilinen bu davranış sonra ona
kendini yeniden derlemesine izin verir, böylece bilgiyi
ölümsüzleştiriyor.
FIGURE3
Bizim, dikey kayış karakterini [the vertical tab character] temsil
etmek için "\v" sekansını içerecek şekilde C
compiler'ını değiştirmeyi dilediğimizi farz et. Figure
2 'ye ilave apaçıktır ve Figure 3. de
gösterilir. C compiler 'ını yeniden derledikten sonra bir
diagnostic [Compiler veya assembler'ın anlayamadığı ifade veya söz
dizimininden söz eden programcının kaynak kodundaki hata mesajı
– Ç.N. ] alırız. Açıkça, compiler'ların
binary [ programlama dillerinde yazılan kaynak kodlarının,
mikroişlemciler tarafından direk çalıştırabilen kodu]
versiyonun “\v” hakkında bilmediklerinden beri, kaynak
kod legal[meşru] C değildir. Biz compiler'ı “eğitmeliyiz”.
O, "\v" neyi ifade ettiğini bildikten sonra, sonuç
olarak bizim yeni değişikliğimiz legal C olacak. Vertical tab'ın
decimal 11 olduğunu ASCII çizelgesinden arayıp bulabiliriz.
Figure 4. deki gibi kaynak kodumuzu değiştiririz.
Şimdi eski compiler yeni kaynak kodu kabl eder. Sonuçlanmış
binary' yi yeni resmi C compiler'ı olarak kurarız ve Figure
3.'de sahip olduğumuz tarzda şimdi taşınabilir versiyonunu
yazabiliriz.
FIGURE4
Bu derin bir kavramdır. O, gördüğüm gibi ''eğitim''
programına öyle yakındır. Bir kere onu basitçe
anlatırsın, sonra self-referencing [kendini referans almak;
recursion-yenileme- kavramında görülür – Ç.N.]
tanımını kullanabilirsin.
Bölüm III
FIGURE5
Tekrar, C compiler'ında, Figure 5 , rutin
''derleme''nin [ the routine “compile”] kaynak kodun bir
sonraki satırının derlenmesi olarak adlandırıldığı yer, C compiler'ın
yüksek seviyeli kontrolünü gösterir. Figure
6 , her ne zaman özel bir örnek eşleştiğinde kaynak
kodu kasten hatalı derleyecek C compiler'ına basit bir modifikasyonu
gösterir. Eğer kasıtlı değilse o compiler “bug”
[hatalı sonuçlara neden olan kod parçası] olarak
isimlendirilir. Kasıtlı olduğun beri, o bir ''Truva atı''[Trojan
horse] olarak çağrılmalıydı.
FIGURE6
Compiler'ın içine yerleştirdiğim gerçek bug, UNIX
''login'' [UNIX işletim sistemindeki hesaba username ve password ile
giriş yapılan komut] komutundaki kaynak koda benzeyecekti. Yerini
alan kod login komutunu hatalı derleyeceğinden dolayı tasarlanmış
kriptolu şifreyi veya özel bilinen şifreden birini o kabul
edecekti. Böylece eğer bu kod binary'de kurulduysa ve binary
“login” komutunu derlemek için kullanıldıysa, ben
o sistemin içine herhangi bir kullanıcı gibi girebilirdim[log
into].
Böyle bariz kod uzun zaman fark edilmemiş olarak
gitmeyecekti. C compiler'ının kaynak kodunun çok tesadüfi
dikkatli okuması [perusal] bile şüpheleri uyandıracaktı.
FIGURE7
Son adım Figure 7. de gösterilir. Bu
basitçe önceden mevcut olan birine ikinci Truva atı
(Trojan horse) ekler. İkinci örnek C compiler'ını nişan alır.
Yerini alan kod Truva atıyla beraber compiler'ın içine
yerleştirilen Bölüm I kendi kaynak kodunu üreten
(self-reproducing ) programdır. Bu Bölüm II'de olduğu gibi
bir öğrenme safhası gerektirir. Önce bir gedikli binary
[bugged binary] üretebilmek için modifiye edilmiş kaynak
kodu normal C compiler ile derleriz. Bu binary'i resmi C olarak
kurarız. Şimdi compiler'ın kaynak kodundan bug'ları kaldırabiliriz ve
yeni binary ne zaman derlenirse bug'ı içine yerleştirir. Tabi
ki, login komutu kaynak kodun hiçbir yerinde iz bırakmadan
gedikli [bugged] kalacak
Kıssadan Hisse
Kıssadan hisse açıktır. Tamamen kendinin yaratmadığı kodagüvenemezsin. (Bilhassa kod, benim gibi insanları çalıştıran
şirketlerinse ). Kaynak kod düzeyinde doğrulama veya inceleme
güvenilmeyen kodu kullanmadan seni korumayacak. Saldırının bu
çeşit olanağını göstermekte, ben C compiler'ında seçtim.
Herhangi bir programı seçebilirdim-ele alınan program bir
assembler, bir yükleyici [loader] veya hatta donanım mikrokodu
[hardware microcode; Bilgisayarın devre düzeyi ve makine
talimatı arasında tercüme tabakası gibi davranan
“microprogram”dır. “Mikrokodu” yazmak
“mikroprogramlama” olarak adlandırılır.] Program daha çok
düşmesi derecesince, bu bug’ları tespit etmek zorlaştıkça
zorlaşacak. İyi yerleştirilmiş mikrokod[microcode] bug’ı tespit
etmek hemen hemen imkansız olacak.
Sizi güvenilemeyeceğime ikna etmeyi denedikten sonra, Ahlaki
yönden açıklamak isterim. 414 çetesi,
Dalton çetesi vb. “hacker”ların el ele vermesinde
basını eleştirmek istiyorum. Bu çocukların gösterdiği
davranışlar olsa olsa vandalizm [yıkıcılık] ve muhtemelen günah
ve en kötü ihtimalle hırsızlıktır. Hacker’ları ciddi
adli kovuşturmalardan koruyan sadece
suçlu kodun [criminal code; cezalı
suçlara ilişkin bir ulusun
kanunları taslağını hazırlayan hükumet kanunlarının bir
derlemesidir ve böyle suçlar işlendiğinde mahkemelerin
suçluya zorla kabul ettirdikleri maksimum ve minimum
cezalardır.] yetersizliğidir. Bu faaliyete karşı savunmasız
[vulnerable] olan şirketler (ve çok büyük şirketler
çok savunmasızdır) suçlu kodun güncellenmesini zor
yayınlıyorlar. Bilgisayar sistemlerine yetkisiz girişim bir kaç
eyalette çoktan beri ciddi bir suçtur ve günümüzde
daha fazla eyalet yasama meclislerinde Millet Meclisi’ndeki[Congress;
(US) Millet Meclisi -seçimle işbaşına gelmiş yasa yapıcı
organı Senato ve Temsilciler Meclisi'nden oluşur- ] kadar iyi bir
şekilde hitap ediliyor.
Bir patlayıcı durum hazırlığı vardır. Bir elde, basın, televizyon,
ve sinemalar onlara ilerlemekte olan başarılı gençler[whiz
kids] diye hitap
ederek yıkıcı-vahşi- kahramanlar[heroes of vandals] meydana
getirmektedirler. Diğer elde bu çocukların gösterdiği
davranışlar yakın bir zamanda hapishanede yıllara kadar
cezalandırılabilir olacak.
Congress doğrulamadan
önce ben çocukları izledim. Davranışlarının
ciddiyetinden tam anlamıyla habersiz oldukları aşikardır. Açıkça
kültürel bir boşluk vardır. Bir bilgisayar sistemini
kırarak girme davranışı bir komşunun evini kırıp girme gibi aynı
sosyal lekeye sahip olmak zorundadır.
Komşunun kapısı kilitsiz olması bir sorun teşkil etmemelidir. Basın,
yanlış yere yönlendirilmiş bir bilgisayar kullanımının bir
otomobilin sarhoş sürülmesinden daha fazla şaşırtıcı
olmadığını öğrenmelidir.
Sonuç
İlk kez Multics’in[multiplexed information computing system.MIT'de geliştirilmiş ve mutliuser, multitasking ve device files gibi
kavramları barındıran ilk işletim sistemi.] eski uygulamasının
güvenliğinin bir Hava Kuvvetleri kritiğinde böyle bir Truva
atı’nın[Trojan hourse] olma olasılığını okudum. Bu dokumana
daha fazla bir özel örnek bulamam. Eğer
bu referansı sağlayan her hangi bir kimse bana bilmem için
izin verecek idiyse, onu takdir etmek isterdim.
Referanslar
- Bobrow, D.G., Burchfiel, J.D.,
Murphy, D.L., and Tomlinson, R.S. TENEX, a paged time-sharing system
for the PDP-IO. Commun. ACM 15, 3 (Mar. 1972), 135-143. - Kernighan, B.W., and Ritchie, D.M.
The C Programming Language. Prentice-Hall, Englewood Cliffs, N.J.,
1978. - Ritchie, D.M., and Thompson, K.
The UNIX time-sharing system. Commun. ACM 17, 7(July 1974), 365-375. - 4. Unknown Air Force Document.
Etiketler:
C compiler,
Dennis Ritchie,
Ken Thompson,
Reflections on Trusting Trust,
trojan horse,
unix
13 Kasım 2011 Pazar
Peter Straub Stephen King'i anlatıyor..
güzel bir röportaj.
orjinal link:
http://egoistokur.com/peter-straub-stephen-kingi-anlatiyor/Stephen King’i bazen severim, şefkatle karışık bir biçimde… Özellikle şimdilerde biraz küçümsediği ilk romanlarını kıyıp da kimselere veremem. Peter Straub ise ne yazarsa yazsın hayran olduğum romancılardandır. Gölgeler Diyarı, Koko, Hayalet Hikayesi, Gece Odasında günümüz korku romanının müthiş örnekleridir bence. Daha çok okunsunlar, keşfedilsinler isterim. İki yazarın ortak özelliğiyse birlikte iki korku romanı kaleme almış olmalarıdır. Tılsım ve Kara Ev. İlki büyüleyici, ikincisi biraz sıkıcıdır… Her neyse, az önce Egoist Okur’a Stephen King haberini girince, Straub’un King’i anlattığı bu söyleşiyi geldi aklıma ve niçin olmasın, onu da buraya eklemek istedim… İşte sevgili tontiş yazarım Straub’un paraya para demeyen meslektaşı King’e dair anlattıkları…
Birlikte iki roman yazdığınız yakın arkadaşınız Stephen King’i nasıl anlatırsınız?
Çok zeki, eğlenceli, cömert ruhlu, tutkulu bir adam. Karakterini anlatmak zor, üst üste binmiş o kadar çok katman var ki. Onda gördüğünüz şey elde ettiğiniz şey değildir, hatta aslında gördüğünüz şey bile değildir. Uff, zormuş anlatmak. Şöyle söyleyeyim, içinde sayısız oda bulunan kocaman bir malikane gibidir ve belki biraz da bu yüzden harikulade bir arkadaştır. Her zaman sizi şaşırtmayı başarır. Yazar olarak King’i soruyorsanız, olağanüstü bir hayal gücü vardır, kendini işine adamıştır ve “insan”dır.Yazar olarak sizinle Stephen King arasındaki temel farklar ve ortak noktalar neler?
O benden daha açıksözlü, söylemek istediğini doğrudan söyleyen bir yazar; olay örgüsü ve karakter yaratma konusunda benden daha az karmaşık olmayı başarıyor. Böyle söylenince kulağa basitmiş gibi geliyor bu özellik ama aslında hiç de öyle değil. Ortak özelliklerimize gelince, ikimiz de roman denen yazınsal türe eski moda bir aşkla bağlıyız. Görkem seviyoruz, bir de tabii kötücüllüğün farklı ortaya çıkış biçimleri ikimizin de fazlasıyla ilgisini çekiyor. Mizah anlayışımızın yakın olduğunu da söyleyebilirim, çünkü bir araya geldiğimizde kimi zaman gülmekten dağıldığımız oluyor.Stephen King’in hangi kitabını yazmış olmayı isterdiniz? Bu soruyu sizin kitaplarınız için sorsak, o nasıl yanıtlardı?
The Shining’in yazarı olmaktan müthiş gurur duyardım. Steve’se sanırım bu soruyu Shadowland diye cevaplardı. Bir de şu It meselesi var; o kitabı ilk okuduğumda çok acayip bir şeyle yüz yüze gelmiş gibi olmuştum, sanki biri benim alanıma girmişti, benim kartlarımı çalıp benim oyunumu oynuyor, üstelik bunu benden çok daha iyi yapıyordu.Onunla nerede tanıştınız?
Londra’daki küçük, sevimli bir otelde. İlk önce bedeninin iriliğiyle dikkatimi çekti, emin olun kendisi Porter Strum’dan kat kat uzun boylu. (Porter Strum, şişman ve kısa boylu Straub’un kendisine taktığı isim; Clint Eeastwood’a benzeyen, çekici, karizmatik, gizemli bir alter ego.) Sonra kelimeleri kullanma biçimi, espri yeteneği ve zekasından etkilendim. Haftalardır buluşmaya çalışıyorduk o sırada, ama çeşitli aksilikler yüzünden bu buluşma bir türlü gerçekleşememişti. Sonunda otelin, deri ve kadife karışımı dekorasyonuyla bir erkekler kulübünü andıran barında karşılaştık. (Bu erkekler kulübü meselesi iki yazar için de çok önemli, Straub’un Ghost Story’sini ve King’in Straub’a ithaf ettiği The Breathing Method’u okuyanlar sebebini bilecektir.) Steve uzaktan elini kolunu sallayarak seslendi, hayır, aslında gürledi demem gerekiyor. Barda uzun uzun konuştuk, konuştuklarımız çoğunlukla paraya dairdi, tüm yazarlar bu konuya bayılır, inanın bana. Bir de tabii kitapları konuştuk, sevdiğimiz kitapları, hemen hemen aynı kitapları seviyor oluşumuz iyiydi. Tabii ki arada farklar vardı, mesela ben Shane Stevens’ı hiçbir zaman pek sevmemiştim, o da sanırım The Good Soldier konusunda benim kadar saplantılı değildi; ne var ki sıra Raymond Chandler’a ve başka önemli suç yazarlarına gelince iş değişiyordu, o zaman keyfimiz yerine geldi. Her neyse… Arkadaşım olacağını daha ilk saniyede hissettiğim bu coşkulu, yerinde duramayan, tutkulu, zevkli, ilgi çekici ve değerli adamla nihayet tanışmak müthiş bir şeydi.Tılsım’ı birlikte yazdınız. Fikir kimden çıktı ve nasıl gelişti?
Tabby ile Steve bizim Londra, Hillfield Avenue N8’deki evimize gelmişlerdi. Konu o gece açıldı. Tabby ve Susan çoktan yatmışlardı, bizse iki çatlak gece kuşu olarak uyumamakta ve bira üstüne bira içmekte diretiyorduk. Birlikte bir kitap yazmalıyız dedi sanırım, ya da onun gibi bir şey. Gelgelelim yapacak başka işlerimiz, verilmiş sözlerimiz vardı, çalışmaya dört yıl sonra başlamak üzere anlaştık, hatta kesin bir tarih belirledik. Sonra işte uykumuz geldi. Arada görüştüğümüz zaman, birbirimize hatırlatıyorduk. Sonunda, belirlediğimiz tarih geldi çattı, karımla Maine’e gittik ve bir süre King’lerde kaldık. Kafamızdaki bulanık fikirler gerçek bir öykünün ayrıntıları haline geldi, ana hatlar ortaya çıktı. Steve’in lisede yazmaya başlayıp yarım bıraktığı bir masaldan yola çıkmıştık, ölmekte olan annesini kurtarmak için kutsal bir nesneyi bulmaya çalışan küçük bir çocuğun masalından. Hikâyenin önemli ayrıntılarının hepsi Steve’in eviyle Portland’daki alışveriş merkezi arasındaki yirmi millik araba yolculuklarında yaratıldı. Ama şöyle düşünün, her gün çeşitli bahaneler yaratıyor ve alışveriş merkeziyle ev arasında mekik dokuyorduk. Eve döndüğümüzde Steve daima bir şey unutmuş olduğunu fark ediyor ya da değiştirilmesi gereken yanlış bir şey almış oluyordu ve yeniden yola çıkılması gerekiyordu. Tüm bu numaralarımız gerçekten işe yaradı. İyi çalıştık yani.Peki çalışma süreci nasıl gerçekleşti, roman nasıl yazıldı, ilk taslağı birlikte ne zaman okudunuz, düzeltmeleri kim yaptı?
Bu kez Steve’ler bize geldi. Zaten artık karımla Amerika’ya yerleşmiştik çoktan. Dört gün kaldılar, ilk on beş sayfayı birlikte yazdık. Sonra o Maine’e döndü, bu arada ben konuştuğumuz her şeyi kağıda döktüm, yetmiş sayfalık bir olay örgüsü taslağı çıktı ortaya. Derken Steve hikâyeyi kaldığımız yerden sürdürdü, bittiğini hissettiği zaman bırakıyor ve yazdıklarını bana gönderiyordu. Onun son cümlesini okuyup bitirdiğimde ben başlıyordum yazmaya. Böyle böyle bir buçuk yıl geçti. Aralıklı olarak toplam yüz ellişer sayfa filan yazmıştık. Bitmeye yaklaştığını hissettiğimizde karımla ben gene Maine’e doğru yola çıktık. Daktilonun başına dönüşümlü olarak oturarak son elli sayfayı birlikte yazdık, sonra da editörümüzü davet ettik. Nereleri atacağımıza, neleri değiştireceğimize onunla birlikte karar verdik.Bize anlatacağınız eğlenceli şeyler var mı?
O son Maine’e gidişimizde yanıma Michel Legrand’ın After the Rain albümünü almıştım. Saksofonda Phil Woods ve Zoot Sims vardı. Daktilonun başına oturma sırası bana geldiğinde pikaba o albümü koyuyor ve diyelim ki iki paragraf yazıyordum. Steve’se yazarken Eddy Grant’in Electric Avenue albümünü tercih ediyordu. Sonra çalışma iyice hararetlendi, bir çeşit jam session oluştu, bir Eddy Grant, bir Zoot Sims. Steve demişti ki, “Hey Peter, sanki sen ve ben müzik yapıyormuşuz gibi oldu.”Aradan on altı yıl geçti. Kitabı tekrar okudunuz mu hiç? Bugün olsaydı gene aynı yöntemle mi çalışırdınız?
Altı ay önce bir kez daha okudum. Hatırladığımdan çok daha iyiymiş. Soluk soluğa okunuyor, aynı zamanda göz yaşartıcı. Tatlı bir kitap. Tek kusuru fazla uzun oluşu. Biliyorsunuz, sonra birlikte ikinci bir kitap daha yazdık, Kara Ev. Neyse ki o daha kısaydı. Steve’le tuhaf bir bağ oluştu aramızda, artık çoğunlukla aynı şeyleri düşünüyoruz, birlikte yazıyor olmasak da… Okuduysanız biliyorsunuzdur, tek başımıza yazdığımız kitaplarda ikimiz de Herman Melville’in Bartleby’sine ve Daphe DuMaurier’nin Rebecca’sına göndermeler yapmıştık. Halbuki bu konuda hiç konuşmadık bile. Birbirinden bütünüyle farklı bu iki roman ikimizi de aynı biçimde etkilemişse, hatta yazdıklarımızda kendini hemen hemen aynı biçimde göstermişse, artık ne denebilir ki? Uğurlu rastlantı…Kara Ev’i nasıl yazdınız?
İki ay internet aracılığıyla hemen her gün yazıştık. Sonra Steve Florida’da bir ev tuttu ve bir süre orada kalarak olay örgüsü taslağını oluşturduk. Evlerimize döndükten sonra da yazışmalarımız sürdü.Ölüm döşeğinde olsanız Stephen King’e söyleyeceğiniz son şey ne olurdu?
Steve’e son sözlerim? Vedalaşmaya gelir umarım. Onu sevdiğimi söylerdim, onu tanımanın ve onunla çalışmanın çok zevkli olduğunu anlatırdım, sonra vakit kalırsa, ona James Ellroy’un ölüm döşeğindeki babasının son sözlerini hatırlatırdım ve tabii gülmekten dağılırdık. Sakın ısrar etmeyin, o son sözlerin ne olduğunu söyleyecek değilim size, genç okurlarınız için uygun olmayabilir çünkü.(James Ellroy’un babasının son sözleri tam olarak şöyleymiş: “Sana hizmet eden her garson kızı götürmeye bak.”)
24 Ekim 2011 Pazartesi
Nideydim
Nideydim âlemi, âlemde hayrânın olaydım yâr,
Nideydim âdemi, âdemde kurbânın olaydım yâr.
Nideydim hûr u gılmânı, nideydim bâğ-ı Rıdvân’ı,
Nideydim başka seyrânı, sana seyrân olaydım yâr.
Nideydim başka seyrânı, sana seyrân olaydım yâr.
Nideydim devlet-i câhı, nideydim izzet-i şâhı,
Nideydim mihr ile mâhı, sana mihmân olaydım yâr.
Nideydim mihr ile mâhı, sana mihmân olaydım yâr.
Nideydim yâr u ağyârı, nideydim bülbül- i zârı,
Nideydim gül ü gülzâr ı, sana giryân olaydım yâr.
Nideydim gül ü gülzâr ı, sana giryân olaydım yâr.
Nideydim yârın olsaydım, nideydim varın olsaydım,
Nideydim zârın olsaydım, sana nâlân olaydım yâr.
Nideydim zârın olsaydım, sana nâlân olaydım yâr.
Nideydim zülfü leylâyı, nideydim çeşmi şehlâyı,
Nideydim başka sevdâyı, sana sûzân olaydım yâr.
Nideydim başka sevdâyı, sana sûzân olaydım yâr.
Nideydim şânına layık, Hulûsi’n olmasa âşık,
Nideydim olmayı ayık, sana mestân olaydım yâr…
Nideydim olmayı ayık, sana mestân olaydım yâr…
Osman Hulûsi Efendi
Etiketler:
Dursun Ali ERZİNCANLI,
Nideydim,
Osman Hulûsi Efendi
19 Ekim 2011 Çarşamba
19 Ekim 2011 Hakkari Terör Saldırısı
Allah'ım; şehitlerimizin mekanını Hz. Peygamber'e komşu eyle. Yaralı askerlerimize acil şifalar ver. Bu topraklarda huzuru daim kıl, fitneye fırsat verme.
17 Ekim 2011 Pazartesi
Kujo (Cujo)
Kujo: Navaho dilinde durdurulamayan güç
2006 yılında aldığım, beş yıl sümenaltında tutup bir haftada okuduğum Stephen KING romanı. Kitabın üstündeki salyalar saçan St. Bernard cinsi köpeğin resmi nedeniyle kitaba soğuk durmuştum. Yanılmışım, "çöplükte gül fidanı bulmak kadar hoştu" kitap. Reklamcılığın, herşeyi ezip geçen bir tanka benzediğini görmek..
Donna'nın çelişkilerini, gel-gitlerini bu kadar saf ve sade anlatılabilmesi Stephen KING dilinin gücüdür. İnsan psikolojisi çok iyi işlenmiş. Roman girift bir şekilde ilerliyor. Çalan bir telefonun olaylar arasındaki bir tünel olduğunu görmek çok güzel.
Alternatif Son:
Romanın asi çocuğu Steve Kemp, evi kırıp dökerken, Donna'nın evde Vic için bıraktığı notunu görüp Cambers'ların tamirhanesine yönlenebilirdi. Kujo, Kemp'e yaptıklarının bedelini ödetmeliydi.
14 Ekim 2011 Cuma
14 Şubat 2011 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)